ERDEM DENK

 

     "İnsan Hakları Mücadelesinde Hedef, Yöntem ve Dil Sorunu"

(Düşünen Siyaset, Sayı 21, s. 349-356)

 

Türkiye-AB ilişkilerinin, dahası AB’yle ilgili her haberin ve hatta AB kelimesinin kendisinin bile ziyadesiyle iç daraltıcı, fenalık getirici bir aşamaya ge(tiri)ldiği ortada. Buna rağmen, yani bu kötü duruma katkı sağlayacak bir yazı yazmanın vebâlini de göze alarak, birkaç noktaya dikkat çekmek niyetinde elinizdeki kısa yazı. Burada, önce AB ve Türkiye kazanlarının diplerine şöyle bir göz atılacak, sonra da bununla bağlantılı olarak Türkiye’de büyük ölçüde AB üzerinden yapılan insan hakları mücadelesinin dili ve yöntemi üzerine birkaç not düşülecektir.[1]

 

Bir Tencere, Bir Tencereye…

1. AB’nin bir kazanımlar ve idealler diyarı olduğu kesin. Uzun süren zorlu mücadeleler sonucu en genelinden insan hakları başlığı altında toplanabilecek bir çok alanda/konuda ciddi kazanımlar Avrupa’da elde edildi ve evrensel değerler yani bütün insanlığın kimi idealleri uygulanma şansını (kimi zaman ağır aksak olsa da) burada buldu. Geleceğe yönelik olarak idealler belirleme ve bunların peşinde koşma açısından da aynı şeyler rahatlıkla söylenebilir. Gerçekleştirilmesi (henüz?) olanaklı olmayan kimi insanlık hayallerinin peşinden koşmayı olanaklı kılacak maddi imkanlar (lüks?) ve “boş zaman” da yine Avrupa’da var!

2. Ne var ki, AB içinde ciddi sorunlar da var ve bunlar öyle görmezden gelinebilecek nitelikte de değiller. Daha da önemlisi, kritik konularda öyle yapısal sorunlar var ki, öyle “kadı kızı” olmayla filan geçiştirilebilecek gibi değil. Azınlıkların durumunun umut verici olduğu ülke bulmak için ciddi envanter çalışması bir yana ziyadesiyle iyi niyetli olmak gerek. Göçmenlerin durumu ise -hele “post-11 Eylül Avrupası”nda- umut kırıcı, yürek parçalayıcı. Sosyal politikalar konusuna gelince, “sosyal” boyut öyle geri planda ki her şey sanki “tüketim çarkı”nı dönmesi aşkına! Aday ülkelerle yapılan müzakerelerde sosyal hakların neredeyse hiç gündeme gelmediği, geldiğinde de söz konusu olanın sosyal taraflar arası eşit görüşme yollarının açık tutulması olduğu görülmekte. Tam bir “ağır sıklet boks şampiyonuyla 48 kiloluğu salalım ringe, hakem de tarafsız olsun, bu iş tamam” mantığı.

3. Türkiye’ye gelince… İnsan haklarının geliştirilmesi ve yerleştirilmesi açısından öyle çok da mümbit bir arazinin mevcut olmadığı açık. Bu durumu sosyo-ekonomik nedenlerle açıklamak tabii ki en mantıklısı, tutarlısı. Yalnız, sosyo-ekonomik nedenler zamanla öyle kültürel komplikasyonlara yol açıyor ya da açmış ki halihazırdaki “bağnazlık”ın nedenlerini saptamak bir yana, insan hakları mücadelesine ket vuran bu verili durumun bir çözüme kavuşturulması kısa ve hatta orta vadede hayal gibi görünmekte.

4. Yalnız, unutulmamalı ki, ister doğal hukuka dayanılsın isterse daha “dünyevi” kaynaklara, insan haklarının temelini oluşturan varoluşsal temel değerlerin “evrenselliği” bir önkabuldür. Türkiye açısından bakıldığında örneğin, adalet, özgürlük vb. ve bunlardan türeyen/türetilen haklar (uygulama konusu bir kenara) bu toprakların da en az diğerleri kadar paylaştığı (ya da en az diğerleri kadar paylaşmadığı!) değerlerdir. Yani, hiçbir toplumun geçmişi, değerleri küçümsemeye gelmez. Tıpkı hamasete gelmeyeceği gibi! Her bir toplum, farklılıklarıyla evrensel değerlerin oluşumuna, geliştirilmesine, evrilmesine ve yerleştirilmesine öyle ya da böyle katkıda bulunmuştur. Nitelik daha doğrusu ifade ettiği önem itibariyle düşünüldüğünde, ne fazla, ne de az. Üstelik, felsefik anlamda yani insan aklıyla üretilen değerler tanım gereği coğrafyadan bağımsızdır. “İnsanlığın ortak malı”dır. Ezcümle, bu potansiyel, şükürler olsun ki, her yerde ve her an vardır.

 

Türkiye’de İnsan Hakları Mücadelesi

5. Tüm bu “zatenbilinenler”i kısaca özetlerken varılmak istenen nokta aslında şu: Türkiye’de genelde her konuda ama özellikle de insan hakları mücadelesinin yürütülmesinde kullanılan dil ve yöntemin, bu adı üstünde “zatenbilinenler”in pek bilinmediğini ya da rahatlıkla göz ardı edildiğini göstermesi ve bu durumun da vahim sonuçlara, sorunlara neden olması. Öyle ki, hemen aşağıda örneklendirileceği gibi, geldiğimiz şu noktada insan haklarının şu ya da bu dalının, türevinin topluma önce anlatılması sonra da mâledilmesi bir yana, insan haklarının “i”si bile tam bir toplumsal “nefret” kazanmış durumda. İnsanlarımız, insan haklarının adını bile duymak istemiyor ve dahası bu durumdan da en çok “insan hakları”nın kendisi zarar görüyor. İçinden geçmekte olduğumuz süreçte bu tür fırsatları hiç kaçırmayacaklar -her dönemde olduğu gibi- çıkacaktır, çıkmaktadır. Onlara ne kadar buğzedilse azdır. Ancak, bu çıkmazın gözden kaçan önemli sorumlularından birisi de insan hakları mücadelecileridir.

6. Şöyle ki, hem hedef saptamada hem de kullanılan dil ve yöntemde insan hakları mücadelesi adına ciddi hatalar yapılmaktadır.

 

Hedefte İsabet Sorunu

7. Hedefte “isabet” sorunu var. Öncelikli konular ve daha doğrusu kimi öncelikli konular öylesine ön plana çıkartılıp önceleniyor ki, Türkiye’nin insan hakları konusunda yaşadığı tek sorunlar sanki onlarmış gibi bir hava çıkıyor ortaya. Bir de bu konular toplumsal olarak “hassas” konularsa, ki öyle, iş daha da karmaşıklaşıyor. Hemen belirtmeli ki, örneğin bir Kürt sorunu Türkiye’nin gerçekten de önemli ve öncelikli insan hakları sorunlarındandır. Çok etnili bir ulus-devlet içerisinde farklılıkların farklılıklarını yaşatmalarının önüne engel çıkarmamak ve hatta yerine göre bu farklılıkların yaşatılması için “pozitif” önlemler almak kaçınılmazdır, gereklidir, çünkü insanî olan budur. Yalnız, eğer söz konusu toplum, azınlığıyla-çoğunluğuyla, ama özellikle çoğunluk açısından daha başka ciddi/temel insan hakları sorunları yaşamaktaysa ve bu sorunlar neredeyse hiç gündeme gelmemekteyse, önce “insan hakları” söyleminden bir beklentisi olmayan çoğunluğun zamanla “insan hakları”na karşı bir tavır sergilemesi neredeyse kaçınılmazdır. Demek istenen bu doğru olandır, olması gerekendir vs. değil tabii ki. Ama, sosyolojik olarak durum budur ve bu “sosyolojik veri”yi dikkate almamak başını kuma gömmekten başka bir şey değildir ve en büyük zararı da (kumdaki başlar bir yana) insan hakları idealleri görmektedir. Gerçekten de, AB’nin ve insan hakları mücadelecilerinin yoksulluk, işsizlik, eğitim ve sağlık sorunları vb. konularda yeterli çalışmalar yapmıyor oluşları bir yana bu konulara gerekli asgari önem bile verilmemekte. Bu durumda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: insan hakları, gayrimüslimlerin, azınlıkların, Kürtlerin ve Alevilerin sorunları çözmek içindir ve sadece öyledir, bundan ibarettir. Denebilir ki, bunlar öncelikli konulardır ve demokrasilerde önemli olan “doğal olarak” desteğe, yardıma ihtiyacı olanların dertlerini dert etmektir. Bu, kesinlikle doğru bir tespittir, ama eksiktir. İnsan hakları ihlallerinin sanıldığından/varsayıldığından çok daha yaygın ve geniş olduğu bir toplumda toplumun neredeyse her kesiminin paylaştığı insan hakları ihlalleri neredeyse hiç gündeme gelmezken sürekli “öncelikli” konulardan bahsedilmesi olsa olsa zamanla “itici” olur, ve şu anda yaşanmakta olan da budur. Kısacası, bu tip konuların fazla ön plana çık(arıl)ması keşke sosyolojik olarak yanlış olmakla kalsaydı. Bu tutum, ziyadesiyle zararlıdır da. Bugün örneğin “Kürt” kelimesi bile olumsuz çağrışımlar yapıyorsa bunda Kürtlerin çok fazla ön plana çıkartılmasının (ve mevcut sorunlara çözüm ararken etnik milliyetçiliğin mâzur görülmesinin) katkısı inkar edilemez. Üstelik, galiba -daha doğrusu maalesef- bu hatadan en büyük zararı da yine Kürtler görmektedir. Çatışma döneminde bile olmayan toplumsal gerginliğin tüm toplum için yaratacağı olumsuzluklar da cabası.

 

Yöntemde Dirayet Sorunu

8. Yöntemde “dirayet” sorunu var.

8a. İnsan haklarının geliştirilmesi gibi hassas ve bir o kadar da önemli bir konuda izlenen yöntem de hedefe ulaşma bakımından ciddi önem taşımaktadır. Ne var ki, gerekli özenin bu konuda da gösterilmediği ortadadır. Atılan tüm adımlar AB manivelası marifetiyle yapılmakta, basit bir “biz adam olmayız, adam ediliriz” mantığı sergilenmektedir (Karşı cephede ise hamasete dayalı basit bir Batı düşmanlığı yer almaktadır). Topluma üstten bakan, seçkinci ve Batı-merkezci bu tavrın kendisi belki bazılarınca bir ölçüde “mazur” daha doğrusu “hoş”görülebilir (pragmatizm?). Yalnız, sosyolojik manada bakıldığında bu tavrın hastalıklı olduğu, dahası ciddi zararları olduğu ortadadır ve bu nedenle de bu noktada tetikte olunmalı, bu hamasetçi-karşıtıyla-yaygın tutuma prim verilmemelidir. Şöyle ki, toplumsal hassasiyetleri dikkate almadan, durumu, alınması gereken önlemleri ve nedenlerini topluma anlatarak yani toplumu ikna ederek yapmamak en basitinden sosyoloji bilimine bigâne olmaktır. Toplumun korkularına oynayanlar muhakkak vardır ve dahası toplumun korkuları pekala temelsiz ve anlamsız da olabilir –ki halihazırda olan büyük ölçüde budur. Fakat, bunu aşmanın yolu suçlama, aşağılama, hor görme ve adam değil adam edilecek muamelesi yapma değil iknadır, anlatmadır, açıklamadır, dahası gerekçelendirmedir. Bunun zahmet isteyen, daha da önemlisi zaman alacak bu tavır olduğu açıktır. Ancak, yine sosyoloji bilimini şükranla anarak vurgulamak gerekirse, toplumsal dönüşümler ancak görece ağır yani sindirerek yapılırsa sağlam olur, tutar. Azgelişmiş ülke kolaycılığıyla yapılan üstten devrimlerin hem tutma şansı çok azdır hem de yaratacağı tepkilerle tam tersine etkiler doğmasına, daha da kötüsü adına hareket edildiği söylenen değerlerin de aşınmasına, yıpranmasına neden olurlar. Kısacası,  hedef insan haklarına cidden saygılı bir toplumsa, dilimize ve içimize yerleşmiş oryantilizmi (ve bittabi oksidentalizmi!) yenmek şarttır. Yaygın olarak dile gelen “bizim millet ancak dışarıdan zorlananınca adım atmıştır, bu Tanzimat’tan beri böyledir” söylemine karşı söylenecek şey aslında çok basittir: Başka türlüsünü hiç denemedik ki! Hep acelemiz vardı.[2] Daha iyi anlaşılması için illa Avrupa üzerinden bir örnekle açıklamak gerekiyorsa sloganımız şu olsun: Avrupa böyle istiyor değil Avrupa böyle yapıyor!

8b. İnsan hakları mücadelesinin yöntemi konusunda irdelenmesi gereken bir diğer nokta da yerel-evrensel “çelişkisi”dir. Demek istenen kısa ve öz: bir yanda yereli yok dahası değersiz sayan (yabancılaşma-oryantalizm), diğer yanda yereli abartan (hamaset) uçlar dışında pozisyon üretmemek ve bu pozisyonsuzluğun ikiz kardeşi olacak şekilde evrenseli (“Batı”yı) abartmak ve idealize etmekle (Batıcılık) evrenseli reddetmek (milliyetçilik) dışında seçenek tanımazlık. Tüm bu uç pozisyonların arasına dağlar, ovalar sığar belki ama buralarda at koşturana rastlamak nedense zor. Üstelik, buralarda at koşturma fikri de yadsınıyor, imkansız olarak niteleniyor. Sosyolojik tahlil hamaseti bozar, orası ortada ama insan hakları mücadelesinde bu kadar toplum-free (asosyal?) düşünmek mazur/makûl görülebilemez, görülmemeli.

8c. Nihayet, “8b.”da vurgulanan noktayla bağlantılı bir konu: geçmişle doğru hesaplaşma. Burada vurgulanmak istenenler de kısa ve öz: geçmişi abartmak ne kadar yanlışsa, geçmişi yermek ve tamamen reddetmek de bir o kadar yanlıştır. Her toplum için geçerli olduğu gibi içinde yaşamakta olduğumuz toplum da çok ciddi hatalar yapmıştır, yapmaktadır. İnsan-merkezli bakış açısının içine sindiremeyeceği gelişmelere bu topraklar da evsahipliği yapmıştır. Dünyanın diğer bölgeleriyle niceliksel farklılıklar bir yerden sonra anlamsızdır. Önemli olan hesaplaşmaktır, dersler çıkarmaktır. Bu ise, ancak çifte standartlara düşmeden, küçümsemeden, hor görmeden, günah keçisi ilan etmeden yapılacak bir şeydir. Diğer yandan, evrensel addedilebilecek değerlere bu topraklarda da katkıda bulunulmuştur. Niceliksel olarak az ya da çok, yine fark etmez. Burada da önemli olan bunları yeniden üretmektir, böbürlenmeden ama özendirerek yeni kuşaklara aktarmaktır, büyüterek/geliştirerek yaşatmaktır. Kısacası, geçmiş ne abartmaya gelir ne de küçümsemeye. Geçmiş, bir veridir; her şeyden önce sosyolojik bir veri. Nasıl ki sadece ismen zikredenin, övünenin ama ne sürdüren ne geliştiren ne de aktaranın geçmişi anmaya hakkı yoksa, suçlayan ve hor görenin de bugüne etki etme şansı yoktur. Keşke bu kadarla kalsa… Zararı da çoktur. Bilerek ya da bilmeyerek ekmeklere yağ sürer; ikna edilmesi, kazanılması gereken toplumu kendinden uzaklaştırır, savunulan kavramlara yabancılaştırır, düşmanlaştırır.

 

Dilde Hitabet Sorunu

9. Dilde “hitabet” sorunu var. Önceki birkaç paragrafta değinilenler zaten peşinen koydu ortaya söylenmek isteneni. İnsan hakları mücadelesinde kullanılan dil de ciddi sorunlar içermekte, ciddi sorunlara neden olmakta. Oryantalizmi yeniden üreten, hafızalara, belleklere kazıyan TV’deki spor programlarının bile yapılış tarzını etkileyen bir dil sorunu var ortada.[3] “Biz adam olmayız” ve “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” şeklindeki iki duraklı hat üzerinde gidip gelen bu uzun mesafe arasında durak olması gerektiğini daha doğrusu binlerce durak olduğunu düşünenlerin, aralardaki durakları gerektiğinde iğneyle kuyu kazarak ortaya çıkarma ve geliştirme çabası “lüks”, “ütopyacılık” ya da “idealizm” midir? Dilin kullanımında bu kadar hoyrat, bu kadar vurdumduymaz davranmak hak mıdır? Dilin yaşantımıza, dünyayı algılamamıza, dünyayı dönüştürme çabamıza etkisi -hele bu dünyadan Wittengstein, Derrida gibi adamlar geçtikten sonra-  gözden kaçırılmamalıdır (“Yeni bir dil olmadan yeni bir dünya yaratılamaz!”[4]). İnsan hakları mücadelesi yapanların öncelikli sorumluluklarından birisi de iyi bir dil, “jargon” oluşturmak ve insan haklarını insan hakları ihlali oluşturmayacak şekilde tanımlamanın, açıklamanın ve anlatmanın yolunu bulmaktır.

 

Ezcümle

10. İnsan hakları mücadelesinin bu “yapısal” sorunlarının yine insan haklarının yerleştirilmesi hedefi/ideali açısından yarattığı sıkıntıları kısaca toparlamak gerekirse şu sonuçlara ulaşılabilir:

11. En başta, insan hakları topluma mâl edilememektedir. İnsan hakları gibi tüm toplumu ilgilendiren, tüm toplumun desteğini ve ilgisini kazanmayı gerektiren bir alanda insandan ve toplumdan bu kadar uzak düşülmesi kaygı vericidir, dahası tehlikelidir. Tüm bu durumun sorumluluğunu insana ve topluma atmak da en hafif deyimiyle sorumsuzluktur; kendi sorumluluklarını unutmak, yapılan hataları görmezden gelmektir. Mevcut tutumlar ve gidişat ciddi tehlikeler içermektedir çünkü en başta bu süreçte asıl zarar gören insan hakları ideallerinin kendisi olmuştur. Gerçekten de, özellikle insan hakları ideallerinden zaten pek hoşlanmayanlar bu süreci kötüye kullanma fırsatını kaçırmamakta ve toplumun büyük kesimini insan haklarından soğutmaktadırlar.

12. Dahası, insan hakları mücadelesinde seçilen yöntem yüzünden insan hakları ve bununla bağlantılı olarak gündeme gelen diğer sorunlarda toplumsal bir gerilim ve antipati uyanmıştır. Türkiye’de gelişmekte olan anti-Kürt eğilimlerin, 1990’larda çatışmaların en yoğun olduğu dönemlerde bile görülmeyen Türk-Kürt geriliminin ortaya çıkmasında insan hakları mücadelecilerinin hiç payı olmadığını söylemek zordur. Benzer sorunlara, zorunlu din dersleri, Alevilerin durumu vb. konularda da rastlanmaktadır.

13. Nihayet, ülkemizde insan hakları mücadelesinin ancak böyle yani dış manivela üzerinden/marifetiyle yapılabileceği anlayışı pekala Türkiye’ye demokratik kurallar getirebilir. Ama demokrasiyi getireceği ziyadesiyle şüphelidir. Ve bu öyle “bu bir kültür meselesi” diyerek sadece toplumun üzerine atılabilecek bir “kabahat” de değildir. Evet, demokrasi bu bir kültür meselesidir ama bu herkesten önce “kanaat önderleri” için geçerlidir. İnsan hakları mücadelesinde seçilen hedef ve kullanılan yöntem ve dil konusu mutlaka gözden geçirilmelidir. Toplum aşkına değilse de ideallerimiz aşkına!

14. Demokratik kurallar değil, demokrasi!


 

[1] Tüm yazı için bir ön not: bu deneme, çok faydalı olmasına rağmen unutulan iğne-çuvaldız benzetmesini hatırlatmak amacıyla kaleme alındı. Toplumun çok suçu olduğu kesin ama… Ya da, masum değiliz, hiçbirimiz!

[2] Bir minibüs yazısı: Aman şoför bey yavaş git, acelem var!

[3] Bir spor programında tribünlerde çok telefonu çalınması bizim milletin cep telefonu merakına bağlanmış, önüne gelen telefon alırsa denmişti. Aynı kanalın haberlerinde ise olumsuz yargıyla beslenen şöyle bir istatistik vardı: Avrupa’da kişi başına en az cep telefonu Türkiye’de!

[4] Ingebor Bachmann, “Otuzuncu Yaş”, OTUZUNCU YAŞ (Yapı Kredi, 2004) s. 123.